Bu Blogda Ara

Çarşamba, Şubat 20, 2008

Karalamıştım

KARALADIM

Hayal tadındasın, farkındayım
Şimdi bu saatte belli belirsiz
Bir ömür bu tadın dudaklarımda
Sızısını duymanın şüpheli arzusundayım

Kalem kuşanmış adamlar,
Peşindeler benim gibi her zaman
Kağıttan kaleler kurmuşlar
Umutsuz dalgalarla dibi yıkanan
Duvarlarının arkasına saklanmışlar
Kalakalmışlar öyle, bilememişler
Bilememişler nedir, kimdir kanayan
Ölümsüz gözlerini görememişler
Benim gibi
Sevememişler.

Rüzgarın sesinde adını duyar gibiyim
Sanki duvardaki yağmur lekesinde
Yüzünü görmekteyim
Alakasız bir adamın nefesinde
Sesini işitmekteyim
Ama bilmiyorum kimsin
Bilmediğimi bilir gibi bildiğim halde seni
Karalıyorum hiç yazamadığım isminin üzerini
Hem de hergün
Tanıyorum ve tanımıyorum
Peki nasıl çağırayım söyle
Nasıl haykırayım
Hergün duyduğum halde
Bilmediğim adını
Hergün gezindiğin halde üzerinde
Seni tanımayan sokaklarıma?

(22.4.2004)

hatırlamayı hatırlamak

"Tanıyorum ve tanımıyorum
Peki nasıl çağırayım
Nasıl haykırayım
Hergün duyduğum halde
Bilmediğim adını
Hergün gezindiğin halde üzerinde
Seni tanımayan sokaklarıma?"
22/4/2004

Sokaklar yine sessiz sevgilim
Tarih kadar eski kaldı yine hatıran
Yine suskun haykırışlarda dilim
Yine aynı ana takıldı kaldı zaman

Tekrar ayla başbaşadır gecem
Tekrar yıldızlar kadar yalnız kaldın
Hala dudağımda donuk bilmecem
Bir ömür sonra yine isimsiz kaldın

Bakma sus pus içinde oturduğuma
Sessizsem sokaklarım karanlık diye
Lambaların ışığı kadar sahte ne var
Sokaklarım karanlıksa sensizim diye

Yaşam kadar tatlı bakışından uzakta
İçimde çaktığın kıvılcımla beni yaktın
Sen isimsizken yaşam tatsız, onu bırakta
Çaresizim, ölümü de tatsız bıraktın...

(21.7.2005)

i have no reason to forget...

ölüm değilse başka nedir unutmak
uçurtmalar mavi mavi konarken göğe
bir delil bile bırakmadan yokolmak
arkasından kaybettiğim kedere
ölüm değilse başka nedir unutmak

dallarını bırakmamalı bu ağacın
kollarımdan kan gibi geçti kırk saat
saatler ki efsunlu ensesinde bir rüzgarın
acımın gölgesinde kalması kabahat
ama dallarını bırakmamalı bu ağacın

gelmeyeceğim... ama bekleyin beni
yeterince yalnızım burada zaten
bu soğukta terletmeyin bu teni
nasıl da bıkmışım kandan ve etten
ama gelmeyeceğim, bekleyin beni

hayat kaldı mı toprağında bilmem
sulasam filizlenir mi acaba
tutuşursa kollarında sinem
ellerin yine döner mi mehtaba
hayat kaldı mı toprağında bilmem

yoksa beni çürütecek mi bu yalnızlık
kimsesizlikten donacak mı parmaklarım
bu yolculuğa hazır değilim, yazık
bilmiyorum cevap bulacak mı sorularım
yoksa beni çürütecek mi bu yalnızlık


(16.11.2004)




"remember, remember
the fifth of november"

(John Lennon's "Remember")

Küçük ve Kırmızı

Küçük ve kırmızıydı elleri... Saat kulesinin dibinde oturuyordu. Gözlerinde kaynağı meçhul bir hüzün vardı. Daha doğrusu kederinin sebebi kaybolmuştu da hüzün mü baki kalmıştı, yoksa ben kendi kaybolmuşluğumun karanlığıyla mı bağlanmıştım bilemiyorum. Dizlerini karnına kadar çekmiş ellerini bacaklarının etrafına kavuşturmuş oturuyordu. Yüzündeki çamur lekelerini mi yoksa gözyaşlarını mı saklamak için bilemiyorum, başını öne eğmişti. Renkleri belirsizleşmiş fanilası yırtık pırtıktı. Dağınık ve muhtemelen kirli saçları ne renkti? Koyu kahverengi mi? Olabilir... Ama eminim, gece vakti saat kulesinin dibinde oturan çocuğun elleri küçük ve kırmızıydı. Gözlerini saklamıştı ama ellerini saklayamamıştı işte. Ve o eller çizik çizikti.Yaralıydı. Keskin bir kan kokusu tütüyordu havada. Bu kimin kanı? Bilmiyorum bu kimin yarası...

Kediler dolaşıyordu etrafında. Kediler huysuz, kediler aç... Kediler meraklı, bekliyorlar. Neyi bekliyorlar. Küçük kırmızı eller kovuyor kedileri... Biraz çekilip geri dönüyorlar. Sokak çöplüklerinde rızık kalmamış. Çöplükler plastik. Çöplükler zehir dolu. Ve kedilerin gözleri de küçük. Kedilerin gözleri de kırmızı. Onların da tüylerinde çamur var. Leke leke kaplamış kedileri.

Saat kulesinin ve çanların ise haberi yoktu kedilerden... Çocuğun ellerinin küçük ve kırmızı olduğunu da bilmiyordu. O ellerin soğuktan titrediğinden de haberi yoktu. Çocuğun yaralarını saramazdı. Üstelik buz gibi esen kuzey rüzgarını da durduramıyordu. Sorsam "ne münasebet! Vazifem bu mudur?" diyecekti muhtemelen.

Uyumak üzereydi. Kedilere rağmen hem de. Gözleri yavaş yavaş kapanırken, kediler adım adım yaklaşıyorlardı. İrkilip doğrulduğunda duraklıyorlardı bir an. Korkuyla titriyordu küçük ve kırmızı eller... Ağlıyordu. Gözyaşları temizliyordu yüzündeki çamur lekesini. Herşeyi temizlerdi o gözyaşları.

Saat kulesinin gözyaşları yoktu ama. Bir dev gibi dikilmişti. Her gece saat 12'yi bulduğunda çanları gururla çalınırdı. Her tuğlası kendi ihtişamının övgüsüyle örülmüştü adeta. Akrep ve yelkovanı altındandı. Ve onun küçük ve kırmızı elleri yoktu.

Kan kokusu mu delirtti bu kedileri? Yumuşak tüylü ev kedileri değil bunlar. Sesleri cehennem azabının işaretçisi. Miyavlamıyor, haykırıyorlar. Ve adım adım yaklaşıyorlar. Çocuk uyumak üzere... Ve uyuyor nihayet... Bakamıyorum. Kedilerin vahşi miyavlamalarını duyuyorum. Gözlerimi açacak cesaretim yok. Küçük, cılız bir çığlık koşuyor kulaklarıma bir umut. Alçalıp yükselen kedi bağrışmaları. Allahım sağır et beni!



*********************************************************



Sabah güneşinin ışıkları vuruyor saat kulesine. Konuşmalar duyuyorum. Bir grup insan... Bazı kelimeleri seçebiliyorum. Pislikten ve temizlemekten bahsediyorlar. Mavi mavi giyinmiş insanlar, ellerinde süpürgeler ve kovalarla koşuşturuyorlar. Elleri büyük, kahverengi... Saat kulesininin duvarını yıkıyorlar .Duvara bakıyorum: Yer yer kırmızı lekeler... Kan lekeleri mi bunlar? Fırçalıyorlar ve kova kova su döküyorlar duvara. Birkaç kişi de ellerinde siyah poşetler, yerden birşeyler topluyorlar. Biliyorum ne topladıklarını.

Onlarca insan toplanıyor bir süre sonra saat kulesinin önüne. Mavili adamlar işlerini bitirmiş. Büyük ve siyah bir araba geliyor sonra. Duruyor. Araba uzun. Araba soğuk .Ben de üşüyorum. Yaşlı ,şişman bir adam iniyor arabadan. Kedi gibi bıyıkları ve gözleri kediler gibi aç. Elbiseleri temiz. Saat kulesinin önünde toplanan halk onun etrafına toplanıyor.

- "Şehrimizin onuru olan saat kulemiz temizlenmiştir" diyor şişman adam.

İnsanlar çılgınca alkışlıyorlar bu sözleri. İnsanlar sevinçle haykırıyor.

"Hepimiz varımızı yoğumuzu harcayarak yaptığımız bu saat kulesine gözümüz gibi bakmalıyız. Bu saat kulesi şehrimizin sembolüdür..." diye devam ediyor şişman adam. Konuşmayı dinleyen yaşlı bir kadın ağlıyor ve "mutluluk gözyaşları bunlar" diyor yanındaki genç adama.

Daha fazla dinlemiyorum onları. Saat kulesine bakıyorum. Mağrur ve gururlu. Tertemiz görünüyor. Yine de iki tane işçi çalışmaya devam ediyor. Var güçleriyle duvarı fırçaladıklarını görüyorum. Neden bu kadar hırslılar."Çıkmıyor a.. kodumunun!" diye haykırıyor bir tanesi öfkeyle. "Ha gayret" diyor öteki ona "amma inatçı lekeymiş". Merakla yaklaştığımda ,çıkarmaya çalıştıkları lekenin küçük ve kırmızı bir el izi olduğunu görüyorum." Boşuna uğraşıyorsunuz mavi adamlar!" diyorum "o leke suyla sabunla çıkmaz. Gözyaşı lazım onun için." Fakat duymuyorlar.

Belki duvarın o kısmını yıkacaklar. Küçük kırmızı el lekesini de kaybedecekler duvardan. Kimseyi tedirgin etmeyecek daha fazla. Kimse daha fazla üzülmeyecek saat kulesinin ihtişamının eksildiğine. Gazeteler bir bayram havasında ilan edecekler saat kulesinin görkemini. İnsanlar yemeklerini daha bir neşeyle yiyecekler. Yine de küçük kırmızı bir el kalacak orada.

Kalbimde en azından...


(14.4.2005)